Okuyalım
Eğer Mahşer Gününün kalabalık olacağını düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz., bunun için endişelenmenize gerek yok. Her yer alabildiğine boş olacak ve muhtemelen sizin kadar şanslı olmayanların külleri ve tozları arasında dolaşırken tek bir yüz görebilmek için kilometrelerce yol yürümeniz gerekecek. Bu yüzden etrafta atlarla dolaşan insanlar gördüğünüzde onlardan ürkmeyin; onları anlamaya çalışın. Mahşerin Dört Atlısı onlar olmayabilir. Zaten, büyük olasılıkla gerçek Mahşer Atlıları at sırtında değil bombardıman uçaklarıyla teşrif edecekler, biçimleriyse aşağı yukarı yanda görmüş olduğunuz resimdekine benzeyecek. Peki ben bunları nereden mi biliyorum? İlahi bir gücün esinlemesiyle olduğunu sanmayın; sadece
saate bakıyorum.
Görünen o ki,
David Brin'in kafasında da işler pek farklı gitmemiş. 1986'da yayımlanan Postacı'da kurguladığı dünyada, nükleer savaş ile yüzleşmiş bir Amerika Birleşik Devletleri'nden geriye küçük kırıntılar kalmıştır.
Bu kırıntılar da, leşe üşüşen akbabaların yaptığı gibi, hayatta kalmayı başarabilmiş bazı kötü adamlarca, romandaki adıyla Holnistlerce, ele geçirilmiştir. Tam da bu noktada; şans eseri bulduğu bir postacı üniformasını kuşanmış, gezgin bir kıyamet-sonrası tiyatrocusu, kaderin de zorlamasıyla ABD'yi ve simgelediği özgürlük, bağımsızlık gibi değerleri geri getirmeye girişir. Buna da Posta Hizmetlerinden başlar.
1986'da yayımlananan Postacı (The Postman) kıyamet-sonrası dünyada insanların yüzleşecekleri sorunları anlatırken kaybetmemeleri gereken şeyin umut olduğunu belirten bir roman. Bu yönüyle ve vurguladığı Amerikanlığıyla, okurken Hollywood yapımlarına benzer bir tat bırakan bir kitap olan Postacı, bu potansiyelini de 1997 yılında Kevin Costner ile değerlendirdi ve film yine Postacı adıyla gösterime girdi.
Konuyla ilintili olduğundan bu yazının sonuna iliştirmekte sakınca görmüyorum. Bir insan evladı Google Maps üzerinden dilediğiniz yere nükleer atıp etki alanını görmenizi sağlayan bir uygulama geliştirmiş. Dünyayı resetlemek için burayı tıklayın. İyi eğlenceler!
Deliliğin Dağlarında Kozmik Bir Piknik
1936 yılında yayınlanan ve
Howard Phillips Lovecraft'ın yazdığı
Deliliğin Dağlarında (
At the Mountains of Madness) romanı, diğerlerinden çok daha farklı bir bilim kurgu. Yazıldığı dönem dolayısıyla tür için erkenci denebilecek bir örnek ve üzerine inşa edildiği temel açısından sıradışı. Lovecraft'ın yıllarca dergi sayfalarında sürdürdüğü ve her öyküsüyle biraz daha şekillendirdiği
Cthulhu Mitosunun üzerindeki sis perdesini kaldıran bu roman, Antartika'ya bilim adına yapılan bir keşif yolculuğunun akıldışı, bilinen gerçekliği parçalayan bir sonla bitişinin hikayesini anlatıyor. Yazar, diğer öykülerinde yarattığı gizemli bilinmeziliği bu romanda bilim kurgu çerçevesinde açıklayarak karanlığının ardındakini bir anlığına okuyucusuna gösteriyor. O zamana dek mitosun içinde fantastik birer öğe olarak yer alan kavramların aslında bambaşka ve dünyevi -ya da bu bağlamda kozmik- şeyler olduğunu söylüyor. Bir başka deyişle; her zaman "hayal ürünü" diyerek bir kenara attığımız tüm o korku dolu sahnelerin kanlı canlı karşımızda olduğunu bize göstererek korkuyu gerçek kılıyor.
Kitabın yazıldığı dönemde, Antartika kıtasının henüz keşfedilmemiş bölümlerinin olmasını kullanarak o zamana dek tamamen fantastik görünen Cthulhu Mitosunu gerçekliğin içine oturtan Lovecraft bunu Miscatonic Üniversitesi'nde bir jeoloji profesörünün kaleminden yapıyor.
Profesör Dyer, kendisinin şahit olduğu korku dolu manzaranın yeni bir keşifle tamamen gün ışığına çıkarılmasını istemediğinden (bunu hepimizin iyiliği ve akıl sağlığı için istemektedir) bu yeni keşif seferinin iptal edilmesini ister ve biz okuyucularıyla kendi korkunç deneyimini paylaşır. İşin gizemini bozmaması için, (daha doğrusu bu gizemi yazarın kendisinin bozması için) bu deneyimlerin neler olduğunu anlatmayacağım. Ancak, kitabın tüm etkisini hissetmek ve tadına iyice varabilmek için okumadan önce, yazarın daha önceki öykülerini okumanızı kesinlikle öneririm. Tüm ömrünü gerçek bir efsane yaratmak için harcayan bu adamın, efsanesini nasıl yok ettiğini -ya da daha da yükselttiğini- tam anlamıyla yaşayabilmek adına öncelikle diğer Cthulhu öykülerini okumalısınız. Başlangıç için Cthulhu'nun Çağrısı, Innsmouth Üzerindeki Gölge, Necronomicon'un Tarihi, Erich Zann'ın Müziği gibi metinleri okumanızı öneririm. Böylelikle hem Lovecraft'ın diline alışmış hem de Deliliğin demlenmesini sağlamış olursunuz. Sonrasındaysa... korkmaya hazırlklı olun!
Ghost in the Shell ya da İnsan Ruhu Kaç Kilobayt Eder?
Üzülerek söylüyorum ki, yandaki resimde görmüş olduğunuz pek alımlı hanımefendi çizgi ve hayal ürünü olmasının dışında, (beyni ve omuriliğinin bir kısmı hariç) etten-kemikten bir canlı değil, sibernetik bir organizma -ya da kısaca bir siborg. Arzunuza göre ginoid/jinoit ya da fembot demekte özgürsünüz ancak yaratıcısı onu
Binbaşı Motoko Kusanagi olarak adlandırmayı seçmiş.
1989 yılında Japon çizer
Masamune Shirow tarafından yaratılan
Ghost in the Shell mangası, insanoğlunun bilgisayar teknolojileriyle fazlasıyla içli dışlı olduğu bir gelecekte geçiyor. 2029 yılında başlayan hikaye, Japonya polisinin teknolojik suçlar konusunda uzmanlaşmış bir birimi olan 9. Şube'nin üyeleri üzerinden ve yetenekli, dişi bir siborg olan Binbaşı Kusanagi merkez alınarak anlatılıyor. İşine uygun bir beden yapısına sahip olan Kusanagi, her türden makinelerin, robotların ve yapay zekaların arasından geçip kötü adamların peşinde koşarken bir yandan da ileride torunlarımızın karşılaşması olası bir takım sorular ve sorunlarla yüzleşiyor: İnsan ne zaman insanlığını kaybeder; beyninizi bir bilgisayarda yedeklemeyi seçtiğinizde mi yoksa bedeniniz yerine yeni model bir biyonik vücut satın aldığınızda mı? Robotların ruhu var mıdır? Bilincimizi yedeklemek mümkün müdür? Bu gibi sorular
siberpunk türüne ilgi duyan bilim kurgu okurları için pek de yabancı olmamakla birlikte, türle ilişkisi
Matrix Üçlemesi ile sınırlı kalanların Ghost in the Shell'i okumasıyla birlikte buna benzer soruların benzerlerini bulmakta zorlanmayacaklarını söyleyebilirim.
Çünkü Shirow'un incelikli çizgileri, sayfaların sağına-soluna iliştirdiği toplumsal yorumlar, açıklamalar ve felsefi sorular daha da derinlik kazanırken, okuduğunuz mangayı eşi bulunmaz bir bilim kurguya, deneyiminizi de çizgi roman okumaktan öte, bir beyin jimnastiğine dönüştürüyor. (Anime Manga Türkiye'de hakkında yapılan yorumları okuduğunuzda demek istediğimi anlayacaksınız.)
Özgün seri olarak on bir sayıdan oluşan bir mangayken, daha sonraları yeni eklemelerle birlikte genişlemiş, üç kez de filme uyarlanmış: Ghost in the Shell, Ghost in the Shell: Innocence ve Ghost in the Shell: S.A.C. Solid State Society. Tamamının anime olduğunu belirtmeme gerek yok sanırım. Bunların dışında televizyon dizisi ve video oyunu olarak da çeşitli biçimlerde Binbaşı Kusanagi'yle tanışmanız mümkün.
Ben de, siz sevgili Türk okuyucularının Binbaşı Kusanagi ve dünyasıyla tanışmanızı gönülden istediğimden, özgün serinin ilk sayısını Türkçe'ye çevirmiştim. Sonradan kendisiyle samimiyeti ilerleteceğinizi umuyorum. Afiyetle okuyunuz.
Ghost in the Shell - #01 Prologue (Türkçe)
CBT uzantılı dosya
CBT formatında indirip okuyabileceğiniz çizgi romanı bilgisayarınızda görüntülemeniz için bir çizgi roman okuyucunuzun olması gerektiğini hatırlatırım. Windows kullanıcıları ComicRack ile, Ubuntugillerden olanlar ise Comix ile Ghost in the Shell alemine bağlanabilirler.
Kobaylar Kampı'nda Deli Bir Dahi
Eğer Amerika Birleşik Devletleri'nin süregelen bir savaşın içindeyken -söz gelimi II. Körfez Savaşı- bazı tarafız ülkeler üzerinde -söz gelimi Türkiye- kirlice, biyolojik bir savaş yürüttüğünü ve bir grup insanı -söz gelimi Guantanamo- gizli bir askeri kampta istekleri dışında tuttuğunu, bu insanlar üzerinde çeşitli deneyler yaptığını, böylece onlardan faydalanmak istediğini söylesem ve buna ek olarak o sırada Amerikan hükümetinin başında Robert McNamara olduğunu söylesem büyük bir olasılıkla bana deli dersiniz.
Bence de. Ama sanırım şair, vicdani retçi ve inancı sarsılmış bir katolik olan
Louis Sacchetti sizinle aynı fikirde değil. Çünkü içinde bulunduğu durum tam da bu. Üstelik kendisinin Arşimet Kampında, zorla geçirdiği günler boyunca vücuduna enjekte edilen virüsle dahilik mertebesine erişmesi bekleniyor. Devletin, savaşı için faydalanmak üzere topladığı dahilerden biri olan Sacchetti'nin payına da bu süreci kaleme almak geliyor. Arşimet Kampındaki bu görevi için ve bu görevi boyunca tuttuğu günlüğü biçiminde yazılmış olan roman
Thomas M. Disch'in en bilinen eseri
Kobaylar Kampı.
Özgün adı Camp Concentration (Odaklanma kampı, toplama kampı gibi birden çok anlam taşıyor) olan roman 1968 yılında yayınlanmış. Sıradışı anlatımı ve Marlowe, Akinolu Thomas gibi bilim kurgu türüne uzak görünen isimlere yaptığı göndermelerle türünün bilindik bir örneğinden çok daha başka bir kitap olduğunu ortaya koyuyor. Yeni Dalga bilim kurgu edebiyatı içerisinde değerlendirilebilecek bu roman boyunca şiirler yer alıyor hatta bir ara, mahkumlar bir oyun bile sergiliyor. Disch'in şair yanını gösterdiği bir eser olan Kobaylar Kampı, hak ettiği ilginin pek azını görebilmiş durumda.
Okuyabileceğiniz en iyi romanlar arasında yer alan Kobaylar Kampı, bilim kurgu severler dışındaki kitlenin kendisini "keşfetmesini" beklercesine, belki de Sacchetti gibi, hapsolduğu bilim kurgu türünün dışına çıkmayı/çıkarılmayı umuyorum
Bugün sen dahil 333 ziyaretçi (1253 klik) buradaydı!
Bilgi Güçtür, Paylaştıkça Büyür!